Bu sayfadaki Hastalar Risalesi yazıları Egemen Yayınları sahibi Fahrettin Yüksel beyin
maddi manevi desteğiyle şubat 2018’de “Tüm Hastalara Deva Kitabı” isimli
kitabımız yayınlandı.
Ben ve Fahrettin beyin niyeti hizmet içindir.
Maddiyat değil. Bu yüzden kitabı (25 Deva) hasta, engelli herkesin
kolayca okuması için bu blog sayfasında yayınladık.
*******************
Bediüzzaman Said Nursi Kimdir?
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1878-1960 yılları arasında yaşamış son
dönem Osmanlı âlimi ve Nurculuk hareketinin kurucusudur.
Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya
geldi.
Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye Reisliği’ne sunduğu özgeçmişine göre doğum tarihi
1878 yılının Ocak-Mart aylarına tekabül eden hicrî 1295’tir (Külliyât, s. 835). Babası yörede sûfî olarak tanınan Mirza, annesi Nûriye Hanım’dır.
İlk öğrenimine kendi köyünde ağabeyi Abdullah’ın yanında başladı ve çevredeki
medreselerde eğitimine devam etti. Tahsil hayatı onun zeki ve kabiliyetli bir
öğrenci olduğunu gösterir. Konuları çok hızlı kavrayabildiği için hocaları
kendisinin dersleri atlayarak takip etmesinden hoşlanmıyordu ve bu durum onun
sık sık hoca değiştirmesine yol açıyordu. Sonunda Doğubayazıt’ta Şeyh Muhammed
Celâlî’nin ders halkasına girerek 1892
yılında henüz on dört yaşında iken icâzet aldı.
YÜZÜ AŞKIN KİTABI ÜÇ AYDA MÜTALAA ETTİ
Kesintisiz
eğitiminin sadece üç ay olduğu, diğerlerinin daha kısa sürdüğü kendi beyanından
anlaşılmaktadır. Dönemin medreselerinde on beş yılda okunan 100’ü aşkın kitabı
üç ay içinde mütalaa ettiğini bizzat kendisi kaydeder (Külliyât, s. 834).
İcâzet aldıktan
sonra tekrar Bitlis’e dönen Said Nursi burada kısa bir müddet Şeyh Emin
Efendi’nin derslerine devam etti. Ardından Siirt’te Molla Fethullah Efendi ile
görüşmeye gitti. Fethullah Efendi’nin yaptığı imtihanda soruların hepsini doğru
cevaplandırdığı, bu arada Harîrî’nin el-Maķāmât’ından verilen metni bir defa
okuduktan sonra ezberden tekrarladığı, bunun üzerine hâfızası ve zekâsı ile ün salan diğer bir Maķāmât yazarı Bedîüzzaman
el-Hemedânî’ye atfen kendisine Bedîüzzaman
lakabının verildiği nakledilir (Emirdağ
Lâhikası, s. 76).
Bitlis Valisi Ömer
Paşa tarafından konağına davet edilen Said Nursi burada yaklaşık iki yıl ikamet
etti. 1896’da Van Valisi Hasan Paşa’nın yanında kaldı. Ancak asıl verimli
dönemini sonraki Van Valisi Tâhir Paşa’nın zamanında geçirdi ve onun zengin
kütüphanesinde mevcut fen ilimlerine ait yeni eserleri inceleme imkânı buldu.
Muhtemelen İstanbul seyahatlerinde de bu alanda eserler okudu, böylece “fünûn-i medeniyye” diye isimlendirdiği
modern bilimlere ilgi duymaya başladı (Mardin,
Religion and Social Change, s. 75-76).
MEDRESE İLE ÜNİVERSİTEYİ BİRLEŞTİRME HAYALİ:
MEDRESETÜZZEHRA
Bir yazısında o
zamanki çalışmalarından bahseder (Erdem,
s. 94-95; ayrıca bk. Külliyât, s. 1858). Said Nursi’nin bu çalışmaları onun
zihninde medrese eğitiminde yenilik yapmanın zorunlu olduğu fikrini uyandırdı. Zira gençliğinden beri “Medresetüzzehrâ”
adını verdiği ve dârülfünun şeklinde tasarladığı bir medrese kurmayı
düşünüyordu. Söz konusu medresede din ilimleriyle diğer ilimler birlikte
okutulacak ve zamanla ülkenin her tarafında yayılacaktı.
Bu amaçla
medreselerde sadece dinî ilimlerin okutulmasının yetersiz olduğunu savunmaya
başladı (Külliyât, s. 1956); bu
görüşlerini Sultan Abdülhamid’e sunmak için İstanbul’a gitmeye karar verdi.
Tâhir Paşa kendisine sultanla görüşmesini kolaylaştıracak bir mektup verdi.
Şark ulemâsını
kendisine hayran bırakan Said Nursi, İstanbul’a geldikten sonra Fâtih Camii’nde
vaaz vererek oradaki âlimlere de kendini kabul ettirdi. Ancak doğuda bir
dârülfünun açtırma teşebbüsünden istediği sonucu alamadığı gibi pervasız
davranışlarından dolayı aklî dengesinin yerinde olmadığı düşünülerek Üsküdar
Toptaşı Akıl Hastahanesi’ne sevkedildi. Doktor raporu aksine hükmedince geri
gönderildi. Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa tarafından kendisine ayda 1000 kuruş
maaşla memleketine müderris olarak tayin edildiği bildirildi.
Said Nursi,
İstanbul’a dilenmek için değil milletin eğitim düzeyini iyileştirmek için
geldiğini söyleyerek maaşı reddetti (Zaptiye
nâzırı ile olan ilginç konuşması için bk. Âsâr-ı Bedîiyye, s. 431). Bu olay
üzerine bir müddet tevkif edildiği ve II. Meşrutiyet’in ilânında serbest
kaldığı, Selânik Hürriyet Meydanı’nda 26 Temmuz 1908 tarihinde istibdat
aleyhinde bir konuşma yapmasından anlaşılmaktadır (Külliyât, s. 1932-1935).
Hayatı hakkında
fazla bilgi bulunmayan bu dönemde İttihat ve Terakkî mensuplarıyla ilişki içine
girdiği tahmin edilmektedir. O zamanlardaki yazılarında yer yer İttihat ve
Terakkî’den bahseden Said Nursi içlerinden bazılarının ülkenin yönetilmesi ve
dinî hayatın canlandırılmasına yönelik çok yararlı ilkeleri savunduğunu
belirtir (a.g.e., s. 1553). Fakat
daha sonra İttihatçılar’ın bu amaçtan uzaklaştığını görmüş ve onlarla olan
ilişkisi sadece Enver Paşa ile sınırlı kalmıştır.
HÜRRİYET VE MEŞRUTİYET FİKRİNİN YÖNETİMDE YERLEŞMESİ
İÇİN ÇALIŞTI
Otuzbir Mart
Vak‘ası’na kadar Said Nursi hürriyet fikri ve meşrutiyet yönetiminin yerleşmesi
için yoğun faaliyetlere girişti. Özellikle doğuluların bu fikirlere hazır
olmadığını düşünerek İstanbul’da aralarında üyesi bulunduğu İttihâd-ı Muhammedî
Cemiyeti’nin yayın organı Volkan’ın bulunduğu gazetelerde yazılar yazmaya
başladı.
Bunlarda toplum
hayatının birlik ve beraberliğe muhtaç olduğunu ve adem-i merkeziyet fikrinin
birliği bozacağını savundu (Âsâr-ı
Bedîiyye, s. 453). Otuzbir Mart Vak‘ası ile irtibatlandırılarak 1 Mayıs
1909’da tutuklandı, ancak “Dîvân-ı Harb-i Örfî” adıyla yayımlayacağı
müdafaasını (Külliyât, s. 1920-1928)
yaptıktan sonra beraat etti.
Bunu takiben
İnebolu üzerinden Rize’ye, buradan Batum ve Tiflis’e geçti, oradan da 1910
yılının ilk aylarında Van’a ulaştı. Van’da Kürt aşiretlerini dolaşarak onları
meşrutiyet, hürriyet, istibdat, meşveret ve şûra gibi kavramların yanı sıra
özellikle o günün İslâmî meseleleri hakkında aydınlatmaya çalıştı.
Bu sırada doğuda
bir dârülfünun kurma düşüncesini yeniden gündeme getirdi. Bu amaçla Diyarbekir,
Urfa ve Kilis üzerinden Şam’a gitti. Şam’da kaldığı süre içinde önde gelen
âlimlerle görüştü. Emeviyye Camii’nde hutbe okudu. Şam’dan Beyrut’a geçti,
buradan tekrar İstanbul’a döndü.
Sultan V. Mehmed
Reşad’ın yanındaki heyet içinde Selânik, Üsküp, Priştine ve Kosova’yı kapsayan
Rumeli seyahatine katıldı (5-26 Haziran
1911). Sultan Reşad, Balkanlar’ın karışık durumuna çözüm getirmek amacıyla
planladığı bu seyahatin sonunda 19.000 altın bütçe ile Kosova’da bir dârülfünun
kurulmasına karar verdi. Ancak I. Balkan Savaşı’nda Kosova kaybedilince Said
Nursi, Sultan Reşad’dan bütçenin kendi dârülfünununa tahsis edilmesini istedi.
Talebi kabul edilerek söz konusu para Medresetüzzehrâ’nın kurulmasına ayrılınca
Said Nursi Van’a döndü. 1912 yazında Van Valisi Tâhir Paşa’nın da katıldığı bir
törenle Van gölü kıyısında dârülfünunun temeli atıldı. Ancak kış şartları
dolayısıyla inşaata ara verildi. Ardından Tâhir Paşa tedavi için İstanbul’a
gidip orada vefat etti; yerine gelen Tahsin Paşa, binalar tamamlanıncaya kadar
Van Kalesi’ndeki Horhor Medresesi’ni Said Nursi’ye tahsis etti. Böylece tekrar
ilmî faaliyetlere dönen Nursi buradaki zamanının çoğunu ders vermeye ayırdı.
İSLAM ALEMİNİN KURTULUŞU İÇİN ÇALIŞTI
I. Dünya Savaşı
ile birlikte Said Nursi’nin dârülfünun girişimi bir defa daha sekteye uğradı.
Kendisi de bazı öğrencileriyle birlikte savaşa katıldı ve İşârâtü’l-i‘câz adlı
tefsirini Pasinler cephesinde telif etti (a.g.e.,
s. 1812).
1915’te bir milis gücü oluşturarak kaymakam rütbesiyle
orduya katıldı. Bu sırada ona düşmek üzere olan Bitlis ve Muş’un savunması
görevi verildi. Kurduğu 3-4000 kişilik gönüllü milis alayı ile Van, Bitlis ve
Muş’u Ermeniler’e ve Ruslar’a karşı korumaya çalışırken birçok talebesini
kaybetti.
Kendisi de Bitlis’te yaralandı ve Ruslar tarafından
esir alınarak Volga nehri kıyısında Kosturma’ya gönderildi. İki yıllık
esaretten sonra firar ederek Almanya ve Avusturya üzerinden 1918 yılında
İstanbul’a döndü (a.g.e., s. 708). Bu sırada yeni kurulan
Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’ye üye olarak tayin edildi. Ancak Osmanlı Devleti
savaşta yenilip ülke işgale uğrayınca büyük bir ruhî sarsıntı geçirdi ve bundan
böyle İslâm âleminin kurtuluşu için aktif çalışmalara girişti.
1920’de İngilizler İstanbul’u işgal edince gazetelerde
halkı işgale karşı mücadeleye teşvik etti. Bu sırada Anadolu’da Kuvâ-yi Milliye
bağımsızlık mücadelesi başlatmış, ancak Şeyhülislâm Dürrîzâde Abdullah Bey bu
hareketin aleyhine fetva vermişti. Said Nursi düşmana karşı savaşanların âsi
sayılamayacağı gerekçesiyle fetvanın geçersiz olduğunu savundu (a.g.e.,
s. 2335). Bu çıkışı onun Ankara’da yeni kurulmakta olan
meclise davet edilmesini sağladı. Mecliste istiklâl mücadelesinin
kazanılmasında halkın dinî duygularının rolüne işaret eden bir konuşma yaptı (a.g.e.,
s. 1028).
ESKİ SAİD’DEN YENİ SAİD’E İNKILÂP
Rus esaretinden
sonraki İstanbul hayatı (1918-1922)
Said Nursi’nin aynı zamanda değişim sürecine tekabül eder. Bu sırada yazdığı
bazı yazılarına bakılırsa artık dünya hayatından çekilme isteği duyduğu, zühd
ve takvâ hayatı yaşamayı arzuladığı görülür. Nitekim Ankara’daki siyasî
faaliyetleri terketmesinde söz konusu tavrın önemli etkisi olmuştur. Said Nursi
bu dönemini “eski Said’den yeni Said’e inkılâp” diye nitelendirmiştir (Külliyât, s. 705). Böylece kendi
hayatını iki devreye ayırmış oluyordu: Eski Said dönemi (1878-1918), yeni Said dönemi (1923-1950).
Bundan sonraki hayatını ise üçüncü Said dönemi olarak adlandırmıştır. Ancak bu
ayırım fikir ve görüşlerinde olan köklü bir değişimden kaynaklanmış değildir.
Kendisi bu
dönemlerin İslâm’a hizmet ederken takip ettiği yöntem ve tarzla ilgili olduğunu
belirtir. 1923 baharında Van’a hareket ederken siyasî mücadelelerden
uzaklaşarak kendini İslâm’a adayan talebeler yetiştirmeye karar verdi ve Erek
dağında inzivaya çekildi. Bundan böyle hayatını toplumu ilim ve eğitim yoluyla
dönüştürme hedefine vakfetti. Çile ve eziyetlere katlanarak İslâm’a hizmet
etmeye çalışan, kendini ibadete veren ve mâneviyatı öne çıkaran bir tutum içine
girdi.
ŞEYH SAİD İSYANI ÇIKINCA SÜRGÜN EDİLDİ
Şeyh Said ile Said
Nursi genelde karıştırılıyor. Said Nursi Hazretleri, Şeyh Said isyanını asla
onaylamamış ve “Bin yıldır islam’ın bayraktarlığını yapan bu aziz millete kılıç
çekilmez” diyerek Türk sevgisini ortaya koymuştur. Van’da iki yıl kadar kalan
Said Nursi, buna rağmen Şeyh Said isyanı çıkınca 25 Mart 1925’te Van’dan
alınarak Erzurum’a, buradan Karadeniz yoluyla İstanbul’a getirildi, aynı yılın
yazında Burdur’a sürgün edildi. Burada kendini “Risâle-i Nûr” adını verdiği
eserlerini yazmaya ve bu eserler doğrultusunda talebe yetiştirmeye adadı. Bu
aynı zamanda sürekli sürgün, hapis ve mahkemelerle geçecek hayatın başlangıcı
oldu. Nitekim Burdur’dan 1926 baharında
Isparta’nın Barla köyüne gönderildi. Barla’da kaldığı sekiz yıl içinde
eserlerinin büyük bir kısmını yazdı.
1934 yazında
Isparta’ya getirildi ve 27 Nisan 1935’te tutuklanarak 100’den fazla talebesiyle
birlikte Eskişehir Hapishanesi’ne gönderildi. Tutuklamalarda ileri sürülen
suçlar genellikle gizli cemiyet kurma, rejim aleyhine çalışma, Cumhuriyet’in
temel nizamlarını yıkmaya teşebbüs ve laikliğe aykırı davranma gibi iddialar
olmuştur.
Said Nursi,
Eskişehir mahkemesinde kendini bu iddialara karşı savundu ve müdafaasını
Lem‘alar adlı eserine dahil etti (a.g.e.,
s. 2148-2175). Buradan Kastamonu’ya sürülen Said Nursi, bu şehirde sekiz
yıl kaldıktan sonra 20 Eylül 1943 tarihinde yapılan bir aramada polisin ele
geçirdiği kitapların kanuna aykırı olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Denizli’ye
gönderildi. Denizli’de Isparta, Kastamonu ve diğer birçok ilden toplanan 126
talebesiyle birlikte yargılandı. Ancak mahkemenin
tayin ettiği bilirkişi heyetinin Risâle-i Nûr hakkında verdiği raporda siyasî
bir faaliyetinin bulunmadığı, tarikat ve cemiyetçilik yapılmadığı, yazıların
iman ve Kur’an’a dair konulardan ibaret olduğunun belirtilmesi üzerine
talebeleriyle birlikte beraat etti (a.g.e.,
s. 2182).
SÜRGÜN YILLARI VE MEZARININ BİLİNMEYEN YERE NAKLİ
1944 yazında Said
Nursi bu defa Afyon’un Emirdağ ilçesine sürgün edildi. Dört yıl sonra
tutuklanıp Afyon Hapishanesi’ne kondu ve yirmi ay hapse mahkûm edildi, ancak
kararın temyizinde beraat etti. Tekrar Emirdağ’a nakledilen Nursi 14 Mayıs
1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle kısmen toplum içine döndü. Bu
dönemde sürekli dolaşarak görüşlerini insanlara ulaştırmaya çalıştı.
1952’de
eserlerinden Gençlik Rehberi adıyla derlenen kitap ilk defa Latin harfleriyle
İstanbul’da basıldı. Eserin laiklik aleyhine olduğu gerekçesiyle Said Nursi bir
daha mahkemeye verildi, ancak İstanbul’a gelerek yaptığı savunma neticesinde beraat etti. Bu arada Sebîlürreşâd gibi
dergilerde yazı ve mülâkatları çıktı. Ayrıca her gittiği yerde çok ilerlemesi
sebebiyle bu faaliyetler sağlığını etkiledi. Ağır hasta olduğu halde kendi
isteğiyle Emirdağ’dan Urfa’ya nakledildi ve 23 Mart 1960 tarihinde vefat etti.
Urfa’daki mezarına halkın yoğun ilgisi dolayısıyla endişelenen dönemin askerî
yönetimi tarafından cesedi bilinmeyen bir yere nakledildi.
SAİD NURSİ’NİN İTİKADİ DÜŞÜNCESİ
Said Nursi’nin
fikrî mücadelesini İslâm düşüncesi içinde tecdid veya ihyâ olarak bilinen
geleneğin bir devamı ve son dönem Osmanlı âlimleri arasında görülen yenilik
hareketinin bir parçası şeklinde görmek mümkündür (Leaman, LXXXIX/3-4 [1999], s. 314-324).
Onun din anlayışının ilkeleri İşârâtü’l-i‘câz’da
Kur’an’ın tevhid, nübüvvet, haşir, ibadet ve adaletten ibaret olduğunu ifade
eden yaklaşımından çıkarılabilir. Said Nursi’ye göre felsefe ve kelâmın önemli
bir sorunu olan âlemin varlığı ve yaratılış amacı, insanın âlem içindeki konumu
problemi ancak Kur’ân-ı Kerîm’in hidayeti ışığında tatmin edici bir izaha
kavuşturulabilir.
Kur’an’a dayanan bir düşünür şunu anlar ki insan
geçmiş zamanın derinliklerinden gelen, varlık alanına uğrayıp geleceğin
güzelliklerine doğru yürüyen bir mahlûktur. Bu büyük yolculuk sırasında kâinat
durağı onun sadece maddî boyutunu teşkil etmektedir. Said Nursi’ye göre
insanlığın nereden gelip nereye gittiği gibi teorik soruları felsefe
seslendirmiş, Hz. Muhammed de kâinatı yaratan ve idare eden gücün Allah
olduğunu bildirmiştir (Külliyât, s. 1159).
Said Nursi, varlığın mânalandırılmasında Kur’an metodu
ile felsefe metodu arasında şöyle bir ayırım yapar: Kur’an varlığa “ma‘nâ-yı
harfî” ile, yani evrenin yaratıcısı olan Allah’ı düşünerek bakar. Bu yaklaşımla
kâinatın hakiki güzelliği ortaya çıkar. Felsefe ise varlığa Allah’ı hesaba
katmadan “ma‘nâ-yı ismî” ile, yani varlık adına bakar, böylece onu
yaratıcısından soyutlayarak çirkinleştirir. Said Nursi’ye göre bu yaklaşım
kâinata hakaret etmek demektir, çünkü varlıkların her biri yaratıcısına işaret
eder. Bu sebeple dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir
tahkirdir (a.g.e., s. 50).
SAİD NURSİ DÜŞÜNCESİ
Said Nursi eserlerinde, Allah’ın varlığını inkâr eden
ve her şeyi tesadüfe bağlayan materyalizm tehlikesine dikkat çeker.
Nübüvveti inkâr edenlere verdiği cevapta Hz.
Peygamber’in törelerine sıkı sıkıya bağlı inatçı Araplar’ın kötü ahlâk ve
âdetlerini kısa sürede değiştirdiğini, bunların yerine çok yüksek erdemler
yerleştirdiğini vurgular. Yıllarca süren uğraşlara rağmen basit bir alışkanlığı
ortadan kaldırmakta bile zorlanan insanların bu kadar kısa bir süre içinde
büyük bir dönüşümü gerçekleştirmesi mümkün değildir. 100 filozofun 100 yıl
çalışıp yapamayacağını Hz. Muhammed kısa bir zamanda başarmıştır (a.g.e.,
s. 93).
Said Nursi’nin âyetleri yorumlamadaki temel mesajı,
Kur’an’ın ve genel olarak İslâmî ilkelerin bilimle çatışmasının söz konusu
olmadığını, bilim ve dinin aynı hakikatlere ışık tuttuğunu ortaya koymaktır. Kur’an
ona göre kâinat kitabının özlü bir tefsiridir. Bu sebeple Batı’dan gelen ve
bilim adı altında inkârcı düşünceleri savunan akımların tehdidi karşısında
Kur’an’daki esasları akla uygun ve bilimsel çerçevede insanlara aktarabilen
tefsirler ortaya konmalıdır.
Nursi, tasavvuf eğitimi ve geleneğine olumlu bakmakla
birlikte zamanın tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanı olduğunu
belirterek eserlerini daha temelinde dengeli olarak yenileşmesini savunur.
Nursi, Mûsâ Cârullah ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi gibi örnekleri bu
konuda ifrat ve tefrit içinde bulunmakla niteler (a.g.e.,
s. 740).
SAİD NURSİ’NİN ESERLERİ
Said Nursi her risâlesini değişik zamanlarda farklı
konular üzerine yazmış ve bunları bir sıraya dizerek “Risâle-i Nûr” adını
verdiği külliyatını Sözler, Mektûbât, Lem‘alar ve Şualar olmak üzere dört temel
eserden teşkil etmiştir. Arapça yazdığı eserleri hariç diğerlerinin neredeyse
tamamı iki cilt halinde Risale-i Nur Külliyatı adıyla yayımlanmıştır (İstanbul
1996).
Külliyât içindeki
eserleri konularına göre sınıflandırmak mümkün değildir. Bu eserlerde
materyalizm ve pozitivizm gibi inkârcı akımlara karşı halkın dinî inançlarının
korunması ve Kur’an’ın bilimsel teorilerin etkisindeki çağdaş insanların
anlayacağı biçimde yorumlanması hedeflenmektedir.
Kaynak: Alparslan
Açıkgenç, Diyanet İslam Ansiklopedisi
SON SÖZ:
Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum. İman ilâcı ise, feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini meneder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından tövbe ve istiğfar ile, dua ve niyaz ile istimal ediniz. Cenab-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffaret-üz zünub yapsın. Âmîn âmîn âmîn...
Lem'alar ( 220 )
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَ دَوَائِهَا وَ عَافِيَةِ اْلاَبْدَانِ وَ شِفَائِهَا وَ نُورِ اْلاَبْصَارِ وَ ضِيَائِهَا وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ Meali: "Bu kitab her derde dermandır." Tevafukat-ı latifedendir ki; Re'fet Bey'in birinci tesvidden gayet sür'atle yazdığı nüsha ile beraber, Hüsrev'in yazdığı diğer bir nüshada, ihtiyarsız hiç düşünmeden, satır başlarında gelen elifleri saydık; aynen bu وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ cümlesine tevafuk ediyor.
{(Haşiye-1): Sonradan yazılan ihtarın iki elifi bu hesaba dâhil olamayacağı için dâhil edilmemiştir.} Hem bu risalenin müellifinin Said ismine, bir tek fark ile yine tevafuk ediyor.
{(Haşiye-2): Madem Keramet-i Aleviye'de ve Gavsiye'de, Said'in âhirinde nida için vaz'edilmiş bir elif var, (Saidâ) olmuş; belki fazla olan bu elif, o elife bakıyor. Re'fet, Hüsrev}
Yalnız risalenin ünvanına ait yazıdaki bir elif hesaba dâhil edilmemiştir.
{(Haşiye-1): Sonradan yazılan ihtarın iki elifi bu hesaba dâhil olamayacağı için dâhil edilmemiştir.} Hem bu risalenin müellifinin Said ismine, bir tek fark ile yine tevafuk ediyor.
{(Haşiye-2): Madem Keramet-i Aleviye'de ve Gavsiye'de, Said'in âhirinde nida için vaz'edilmiş bir elif var, (Saidâ) olmuş; belki fazla olan bu elif, o elife bakıyor. Re'fet, Hüsrev}
Yalnız risalenin ünvanına ait yazıdaki bir elif hesaba dâhil edilmemiştir.
Cây-ı hayrettir ki: Süleyman Rüşdü'nün yazdığı nüsha, hiç elif hatıra gelmeden ve düşünmeden, 114 elif, 114 şifa-yı kudsiyeyi tazammun eden, 114 suver-i Kur'aniyenin adedine tevafukla beraber
وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ şeddeli lâm bir sayılmak cihetiyle, 114 harfine tamtamına tevafuk ediyor.
* * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder