19 Kasım 2012 Pazartesi

Bediüzzaman Said Nursi Kimdir?



Bu sayfadaki Hastalar Risalesi yazıları Egemen Yayınları sahibi Fahrettin Yüksel beyin maddi manevi desteğiyle şubat 2018’de “Tüm Hastalara Deva Kitabı” isimli kitabımız yayınlandı.

 
Kitabı almak isteyenler olabilir, sipariş edebilirsiniz:
 

Ben ve Fahrettin beyin niyeti hizmet içindir. Maddiyat değil. Bu yüzden kitabı (25 Deva) hasta, engelli herkesin kolayca okuması için bu blog sayfasında yayınladık.

*******************

Bediüzzaman Said Nursi Kimdir?


 

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1878-1960 yılları arasında yaşamış son dönem Osmanlı âlimi ve Nurculuk hareketinin kurucusudur.

 


Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya geldi. Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye Reisliği’ne sunduğu özgeçmişine göre doğum tarihi 1878 yılının Ocak-Mart aylarına tekabül eden hicrî 1295’tir (Külliyât, s. 835). Babası yörede sûfî olarak tanınan Mirza, annesi Nûriye Hanım’dır. İlk öğrenimine kendi köyünde ağabeyi Abdullah’ın yanında başladı ve çevredeki medreselerde eğitimine devam etti. Tahsil hayatı onun zeki ve kabiliyetli bir öğrenci olduğunu gösterir. Konuları çok hızlı kavrayabildiği için hocaları kendisinin dersleri atlayarak takip etmesinden hoşlanmıyordu ve bu durum onun sık sık hoca değiştirmesine yol açıyordu. Sonunda Doğubayazıt’ta Şeyh Muhammed Celâlî’nin ders halkasına girerek 1892 yılında henüz on dört yaşında iken icâzet aldı.

 

YÜZÜ AŞKIN KİTABI ÜÇ AYDA MÜTALAA ETTİ

 

Kesintisiz eğitiminin sadece üç ay olduğu, diğerlerinin daha kısa sürdüğü kendi beyanından anlaşılmaktadır. Dönemin medreselerinde on beş yılda okunan 100’ü aşkın kitabı üç ay içinde mütalaa ettiğini bizzat kendisi kaydeder (Külliyât, s. 834).

 

İcâzet aldıktan sonra tekrar Bitlis’e dönen Said Nursi burada kısa bir müddet Şeyh Emin Efendi’nin derslerine devam etti. Ardından Siirt’te Molla Fethullah Efendi ile görüşmeye gitti. Fethullah Efendi’nin yaptığı imtihanda soruların hepsini doğru cevaplandırdığı, bu arada Harîrî’nin el-Maķāmât’ından verilen metni bir defa okuduktan sonra ezberden tekrarladığı, bunun üzerine hâfızası ve zekâsı ile ün salan diğer bir Maķāmât yazarı Bedîüzzaman el-Hemedânî’ye atfen kendisine Bedîüzzaman lakabının verildiği nakledilir (Emirdağ Lâhikası, s. 76).

 

Bitlis Valisi Ömer Paşa tarafından konağına davet edilen Said Nursi burada yaklaşık iki yıl ikamet etti. 1896’da Van Valisi Hasan Paşa’nın yanında kaldı. Ancak asıl verimli dönemini sonraki Van Valisi Tâhir Paşa’nın zamanında geçirdi ve onun zengin kütüphanesinde mevcut fen ilimlerine ait yeni eserleri inceleme imkânı buldu. Muhtemelen İstanbul seyahatlerinde de bu alanda eserler okudu, böylece “fünûn-i medeniyye” diye isimlendirdiği modern bilimlere ilgi duymaya başladı (Mardin, Religion and Social Change, s. 75-76).

 

MEDRESE İLE ÜNİVERSİTEYİ BİRLEŞTİRME HAYALİ: MEDRESETÜZZEHRA

 

Bir yazısında o zamanki çalışmalarından bahseder (Erdem, s. 94-95; ayrıca bk. Külliyât, s. 1858). Said Nursi’nin bu çalışmaları onun zihninde medrese eğitiminde yenilik yapmanın zorunlu olduğu fikrini uyandırdı. Zira gençliğinden beri “Medresetüzzehrâ” adını verdiği ve dârülfünun şeklinde tasarladığı bir medrese kurmayı düşünüyordu. Söz konusu medresede din ilimleriyle diğer ilimler birlikte okutulacak ve zamanla ülkenin her tarafında yayılacaktı.

 

Bu amaçla medreselerde sadece dinî ilimlerin okutulmasının yetersiz olduğunu savunmaya başladı (Külliyât, s. 1956); bu görüşlerini Sultan Abdülhamid’e sunmak için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Tâhir Paşa kendisine sultanla görüşmesini kolaylaştıracak bir mektup verdi.

 

Şark ulemâsını kendisine hayran bırakan Said Nursi, İstanbul’a geldikten sonra Fâtih Camii’nde vaaz vererek oradaki âlimlere de kendini kabul ettirdi. Ancak doğuda bir dârülfünun açtırma teşebbüsünden istediği sonucu alamadığı gibi pervasız davranışlarından dolayı aklî dengesinin yerinde olmadığı düşünülerek Üsküdar Toptaşı Akıl Hastahanesi’ne sevkedildi. Doktor raporu aksine hükmedince geri gönderildi. Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa tarafından kendisine ayda 1000 kuruş maaşla memleketine müderris olarak tayin edildiği bildirildi.

 

Said Nursi, İstanbul’a dilenmek için değil milletin eğitim düzeyini iyileştirmek için geldiğini söyleyerek maaşı reddetti (Zaptiye nâzırı ile olan ilginç konuşması için bk. Âsâr-ı Bedîiyye, s. 431). Bu olay üzerine bir müddet tevkif edildiği ve II. Meşrutiyet’in ilânında serbest kaldığı, Selânik Hürriyet Meydanı’nda 26 Temmuz 1908 tarihinde istibdat aleyhinde bir konuşma yapmasından anlaşılmaktadır (Külliyât, s. 1932-1935).

 

Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan bu dönemde İttihat ve Terakkî mensuplarıyla ilişki içine girdiği tahmin edilmektedir. O zamanlardaki yazılarında yer yer İttihat ve Terakkî’den bahseden Said Nursi içlerinden bazılarının ülkenin yönetilmesi ve dinî hayatın canlandırılmasına yönelik çok yararlı ilkeleri savunduğunu belirtir (a.g.e., s. 1553). Fakat daha sonra İttihatçılar’ın bu amaçtan uzaklaştığını görmüş ve onlarla olan ilişkisi sadece Enver Paşa ile sınırlı kalmıştır.

 

HÜRRİYET VE MEŞRUTİYET FİKRİNİN YÖNETİMDE YERLEŞMESİ İÇİN ÇALIŞTI

 

Otuzbir Mart Vak‘ası’na kadar Said Nursi hürriyet fikri ve meşrutiyet yönetiminin yerleşmesi için yoğun faaliyetlere girişti. Özellikle doğuluların bu fikirlere hazır olmadığını düşünerek İstanbul’da aralarında üyesi bulunduğu İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti’nin yayın organı Volkan’ın bulunduğu gazetelerde yazılar yazmaya başladı.

 

Bunlarda toplum hayatının birlik ve beraberliğe muhtaç olduğunu ve adem-i merkeziyet fikrinin birliği bozacağını savundu (Âsâr-ı Bedîiyye, s. 453). Otuzbir Mart Vak‘ası ile irtibatlandırılarak 1 Mayıs 1909’da tutuklandı, ancak “Dîvân-ı Harb-i Örfî” adıyla yayımlayacağı müdafaasını (Külliyât, s. 1920-1928) yaptıktan sonra beraat etti.

 

Bunu takiben İnebolu üzerinden Rize’ye, buradan Batum ve Tiflis’e geçti, oradan da 1910 yılının ilk aylarında Van’a ulaştı. Van’da Kürt aşiretlerini dolaşarak onları meşrutiyet, hürriyet, istibdat, meşveret ve şûra gibi kavramların yanı sıra özellikle o günün İslâmî meseleleri hakkında aydınlatmaya çalıştı.

 

Bu sırada doğuda bir dârülfünun kurma düşüncesini yeniden gündeme getirdi. Bu amaçla Diyarbekir, Urfa ve Kilis üzerinden Şam’a gitti. Şam’da kaldığı süre içinde önde gelen âlimlerle görüştü. Emeviyye Camii’nde hutbe okudu. Şam’dan Beyrut’a geçti, buradan tekrar İstanbul’a döndü.

 

Sultan V. Mehmed Reşad’ın yanındaki heyet içinde Selânik, Üsküp, Priştine ve Kosova’yı kapsayan Rumeli seyahatine katıldı (5-26 Haziran 1911). Sultan Reşad, Balkanlar’ın karışık durumuna çözüm getirmek amacıyla planladığı bu seyahatin sonunda 19.000 altın bütçe ile Kosova’da bir dârülfünun kurulmasına karar verdi. Ancak I. Balkan Savaşı’nda Kosova kaybedilince Said Nursi, Sultan Reşad’dan bütçenin kendi dârülfünununa tahsis edilmesini istedi. Talebi kabul edilerek söz konusu para Medresetüzzehrâ’nın kurulmasına ayrılınca Said Nursi Van’a döndü. 1912 yazında Van Valisi Tâhir Paşa’nın da katıldığı bir törenle Van gölü kıyısında dârülfünunun temeli atıldı. Ancak kış şartları dolayısıyla inşaata ara verildi. Ardından Tâhir Paşa tedavi için İstanbul’a gidip orada vefat etti; yerine gelen Tahsin Paşa, binalar tamamlanıncaya kadar Van Kalesi’ndeki Horhor Medresesi’ni Said Nursi’ye tahsis etti. Böylece tekrar ilmî faaliyetlere dönen Nursi buradaki zamanının çoğunu ders vermeye ayırdı.

 


İSLAM ALEMİNİN KURTULUŞU İÇİN ÇALIŞTI

 

I. Dünya Savaşı ile birlikte Said Nursi’nin dârülfünun girişimi bir defa daha sekteye uğradı. Kendisi de bazı öğrencileriyle birlikte savaşa katıldı ve İşârâtü’l-i‘câz adlı tefsirini Pasinler cephesinde telif etti (a.g.e., s. 1812).

 

1915’te bir milis gücü oluşturarak kaymakam rütbesiyle orduya katıldı. Bu sırada ona düşmek üzere olan Bitlis ve Muş’un savunması görevi verildi. Kurduğu 3-4000 kişilik gönüllü milis alayı ile Van, Bitlis ve Muş’u Ermeniler’e ve Ruslar’a karşı korumaya çalışırken birçok talebesini kaybetti.

 

Kendisi de Bitlis’te yaralandı ve Ruslar tarafından esir alınarak Volga nehri kıyısında Kosturma’ya gönderildi. İki yıllık esaretten sonra firar ederek Almanya ve Avusturya üzerinden 1918 yılında İstanbul’a döndü (a.g.e., s. 708). Bu sırada yeni kurulan Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’ye üye olarak tayin edildi. Ancak Osmanlı Devleti savaşta yenilip ülke işgale uğrayınca büyük bir ruhî sarsıntı geçirdi ve bundan böyle İslâm âleminin kurtuluşu için aktif çalışmalara girişti.

 

1920’de İngilizler İstanbul’u işgal edince gazetelerde halkı işgale karşı mücadeleye teşvik etti. Bu sırada Anadolu’da Kuvâ-yi Milliye bağımsızlık mücadelesi başlatmış, ancak Şeyhülislâm Dürrîzâde Abdullah Bey bu hareketin aleyhine fetva vermişti. Said Nursi düşmana karşı savaşanların âsi sayılamayacağı gerekçesiyle fetvanın geçersiz olduğunu savundu (a.g.e., s. 2335). Bu çıkışı onun Ankara’da yeni kurulmakta olan meclise davet edilmesini sağladı. Mecliste istiklâl mücadelesinin kazanılmasında halkın dinî duygularının rolüne işaret eden bir konuşma yaptı (a.g.e., s. 1028).

 

ESKİ SAİD’DEN YENİ SAİD’E İNKILÂP

 

Rus esaretinden sonraki İstanbul hayatı (1918-1922) Said Nursi’nin aynı zamanda değişim sürecine tekabül eder. Bu sırada yazdığı bazı yazılarına bakılırsa artık dünya hayatından çekilme isteği duyduğu, zühd ve takvâ hayatı yaşamayı arzuladığı görülür. Nitekim Ankara’daki siyasî faaliyetleri terketmesinde söz konusu tavrın önemli etkisi olmuştur. Said Nursi bu dönemini “eski Said’den yeni Said’e inkılâp” diye nitelendirmiştir (Külliyât, s. 705). Böylece kendi hayatını iki devreye ayırmış oluyordu: Eski Said dönemi (1878-1918), yeni Said dönemi (1923-1950). Bundan sonraki hayatını ise üçüncü Said dönemi olarak adlandırmıştır. Ancak bu ayırım fikir ve görüşlerinde olan köklü bir değişimden kaynaklanmış değildir.

 

Kendisi bu dönemlerin İslâm’a hizmet ederken takip ettiği yöntem ve tarzla ilgili olduğunu belirtir. 1923 baharında Van’a hareket ederken siyasî mücadelelerden uzaklaşarak kendini İslâm’a adayan talebeler yetiştirmeye karar verdi ve Erek dağında inzivaya çekildi. Bundan böyle hayatını toplumu ilim ve eğitim yoluyla dönüştürme hedefine vakfetti. Çile ve eziyetlere katlanarak İslâm’a hizmet etmeye çalışan, kendini ibadete veren ve mâneviyatı öne çıkaran bir tutum içine girdi.

 

ŞEYH SAİD İSYANI ÇIKINCA SÜRGÜN EDİLDİ

 

Şeyh Said ile Said Nursi genelde karıştırılıyor. Said Nursi Hazretleri, Şeyh Said isyanını asla onaylamamış ve “Bin yıldır islam’ın bayraktarlığını yapan bu aziz millete kılıç çekilmez” diyerek Türk sevgisini ortaya koymuştur. Van’da iki yıl kadar kalan Said Nursi, buna rağmen Şeyh Said isyanı çıkınca 25 Mart 1925’te Van’dan alınarak Erzurum’a, buradan Karadeniz yoluyla İstanbul’a getirildi, aynı yılın yazında Burdur’a sürgün edildi. Burada kendini “Risâle-i Nûr” adını verdiği eserlerini yazmaya ve bu eserler doğrultusunda talebe yetiştirmeye adadı. Bu aynı zamanda sürekli sürgün, hapis ve mahkemelerle geçecek hayatın başlangıcı oldu. Nitekim Burdur’dan 1926 baharında Isparta’nın Barla köyüne gönderildi. Barla’da kaldığı sekiz yıl içinde eserlerinin büyük bir kısmını yazdı.

 

1934 yazında Isparta’ya getirildi ve 27 Nisan 1935’te tutuklanarak 100’den fazla talebesiyle birlikte Eskişehir Hapishanesi’ne gönderildi. Tutuklamalarda ileri sürülen suçlar genellikle gizli cemiyet kurma, rejim aleyhine çalışma, Cumhuriyet’in temel nizamlarını yıkmaya teşebbüs ve laikliğe aykırı davranma gibi iddialar olmuştur.

 

Said Nursi, Eskişehir mahkemesinde kendini bu iddialara karşı savundu ve müdafaasını Lem‘alar adlı eserine dahil etti (a.g.e., s. 2148-2175). Buradan Kastamonu’ya sürülen Said Nursi, bu şehirde sekiz yıl kaldıktan sonra 20 Eylül 1943 tarihinde yapılan bir aramada polisin ele geçirdiği kitapların kanuna aykırı olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Denizli’ye gönderildi. Denizli’de Isparta, Kastamonu ve diğer birçok ilden toplanan 126 talebesiyle birlikte yargılandı. Ancak mahkemenin tayin ettiği bilirkişi heyetinin Risâle-i Nûr hakkında verdiği raporda siyasî bir faaliyetinin bulunmadığı, tarikat ve cemiyetçilik yapılmadığı, yazıların iman ve Kur’an’a dair konulardan ibaret olduğunun belirtilmesi üzerine talebeleriyle birlikte beraat etti (a.g.e., s. 2182).

 

SÜRGÜN YILLARI VE MEZARININ BİLİNMEYEN YERE NAKLİ

 

1944 yazında Said Nursi bu defa Afyon’un Emirdağ ilçesine sürgün edildi. Dört yıl sonra tutuklanıp Afyon Hapishanesi’ne kondu ve yirmi ay hapse mahkûm edildi, ancak kararın temyizinde beraat etti. Tekrar Emirdağ’a nakledilen Nursi 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle kısmen toplum içine döndü. Bu dönemde sürekli dolaşarak görüşlerini insanlara ulaştırmaya çalıştı.

 

1952’de eserlerinden Gençlik Rehberi adıyla derlenen kitap ilk defa Latin harfleriyle İstanbul’da basıldı. Eserin laiklik aleyhine olduğu gerekçesiyle Said Nursi bir daha mahkemeye verildi, ancak İstanbul’a gelerek yaptığı savunma neticesinde beraat etti. Bu arada Sebîlürreşâd gibi dergilerde yazı ve mülâkatları çıktı. Ayrıca her gittiği yerde çok ilerlemesi sebebiyle bu faaliyetler sağlığını etkiledi. Ağır hasta olduğu halde kendi isteğiyle Emirdağ’dan Urfa’ya nakledildi ve 23 Mart 1960 tarihinde vefat etti. Urfa’daki mezarına halkın yoğun ilgisi dolayısıyla endişelenen dönemin askerî yönetimi tarafından cesedi bilinmeyen bir yere nakledildi.

 

SAİD NURSİ’NİN İTİKADİ DÜŞÜNCESİ

 

Said Nursi’nin fikrî mücadelesini İslâm düşüncesi içinde tecdid veya ihyâ olarak bilinen geleneğin bir devamı ve son dönem Osmanlı âlimleri arasında görülen yenilik hareketinin bir parçası şeklinde görmek mümkündür (Leaman, LXXXIX/3-4 [1999], s. 314-324).

 

Onun din anlayışının ilkeleri İşârâtü’l-i‘câz’da Kur’an’ın tevhid, nübüvvet, haşir, ibadet ve adaletten ibaret olduğunu ifade eden yaklaşımından çıkarılabilir. Said Nursi’ye göre felsefe ve kelâmın önemli bir sorunu olan âlemin varlığı ve yaratılış amacı, insanın âlem içindeki konumu problemi ancak Kur’ân-ı Kerîm’in hidayeti ışığında tatmin edici bir izaha kavuşturulabilir.

 

Kur’an’a dayanan bir düşünür şunu anlar ki insan geçmiş zamanın derinliklerinden gelen, varlık alanına uğrayıp geleceğin güzelliklerine doğru yürüyen bir mahlûktur. Bu büyük yolculuk sırasında kâinat durağı onun sadece maddî boyutunu teşkil etmektedir. Said Nursi’ye göre insanlığın nereden gelip nereye gittiği gibi teorik soruları felsefe seslendirmiş, Hz. Muhammed de kâinatı yaratan ve idare eden gücün Allah olduğunu bildirmiştir (Külliyât, s. 1159).

 

Said Nursi, varlığın mânalandırılmasında Kur’an metodu ile felsefe metodu arasında şöyle bir ayırım yapar: Kur’an varlığa “ma‘nâ-yı harfî” ile, yani evrenin yaratıcısı olan Allah’ı düşünerek bakar. Bu yaklaşımla kâinatın hakiki güzelliği ortaya çıkar. Felsefe ise varlığa Allah’ı hesaba katmadan “ma‘nâ-yı ismî” ile, yani varlık adına bakar, böylece onu yaratıcısından soyutlayarak çirkinleştirir. Said Nursi’ye göre bu yaklaşım kâinata hakaret etmek demektir, çünkü varlıkların her biri yaratıcısına işaret eder. Bu sebeple dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir (a.g.e., s. 50).

 

SAİD NURSİ DÜŞÜNCESİ

 

Said Nursi eserlerinde, Allah’ın varlığını inkâr eden ve her şeyi tesadüfe bağlayan materyalizm tehlikesine dikkat çeker.

 


Nübüvveti inkâr edenlere verdiği cevapta Hz. Peygamber’in törelerine sıkı sıkıya bağlı inatçı Araplar’ın kötü ahlâk ve âdetlerini kısa sürede değiştirdiğini, bunların yerine çok yüksek erdemler yerleştirdiğini vurgular. Yıllarca süren uğraşlara rağmen basit bir alışkanlığı ortadan kaldırmakta bile zorlanan insanların bu kadar kısa bir süre içinde büyük bir dönüşümü gerçekleştirmesi mümkün değildir. 100 filozofun 100 yıl çalışıp yapamayacağını Hz. Muhammed kısa bir zamanda başarmıştır (a.g.e., s. 93).

 

Said Nursi’nin âyetleri yorumlamadaki temel mesajı, Kur’an’ın ve genel olarak İslâmî ilkelerin bilimle çatışmasının söz konusu olmadığını, bilim ve dinin aynı hakikatlere ışık tuttuğunu ortaya koymaktır. Kur’an ona göre kâinat kitabının özlü bir tefsiridir. Bu sebeple Batı’dan gelen ve bilim adı altında inkârcı düşünceleri savunan akımların tehdidi karşısında Kur’an’daki esasları akla uygun ve bilimsel çerçevede insanlara aktarabilen tefsirler ortaya konmalıdır.

 

Nursi, tasavvuf eğitimi ve geleneğine olumlu bakmakla birlikte zamanın tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanı olduğunu belirterek eserlerini daha temelinde dengeli olarak yenileşmesini savunur. Nursi, Mûsâ Cârullah ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi gibi örnekleri bu konuda ifrat ve tefrit içinde bulunmakla niteler (a.g.e., s. 740).

 

SAİD NURSİ’NİN ESERLERİ

 

Said Nursi her risâlesini değişik zamanlarda farklı konular üzerine yazmış ve bunları bir sıraya dizerek “Risâle-i Nûr” adını verdiği külliyatını Sözler, Mektûbât, Lem‘alar ve Şualar olmak üzere dört temel eserden teşkil etmiştir. Arapça yazdığı eserleri hariç diğerlerinin neredeyse tamamı iki cilt halinde Risale-i Nur Külliyatı adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1996).

 


Külliyât içindeki eserleri konularına göre sınıflandırmak mümkün değildir. Bu eserlerde materyalizm ve pozitivizm gibi inkârcı akımlara karşı halkın dinî inançlarının korunması ve Kur’an’ın bilimsel teorilerin etkisindeki çağdaş insanların anlayacağı biçimde yorumlanması hedeflenmektedir.

 

Kaynak: Alparslan Açıkgenç, Diyanet İslam Ansiklopedisi

 
Yirmi Beşinci Lem’a

SON SÖZ:
 

Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum. İman ilâcı ise, feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini meneder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından tövbe ve istiğfar ile, dua ve niyaz ile istimal ediniz. Cenab-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffaret-üz zünub yapsın. Âmîn âmîn âmîn...

 

 
 




Lem'alar ( 220 )
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَ دَوَائِهَا وَ عَافِيَةِ اْلاَبْدَانِ وَ شِفَائِهَا وَ نُورِ اْلاَبْصَارِ وَ ضِيَائِهَا وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ


وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ Meali: "Bu kitab her derde dermandır." Tevafukat-ı latifedendir ki; Re'fet Bey'in birinci tesvidden gayet sür'atle yazdığı nüsha ile beraber, Hüsrev'in yazdığı diğer bir nüshada, ihtiyarsız hiç düşünmeden, satır başlarında gelen elifleri saydık; aynen bu وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ cümlesine tevafuk ediyor.

 {(Haşiye-1): Sonradan yazılan ihtarın iki elifi bu hesaba dâhil olamayacağı için dâhil edilmemiştir.} Hem bu risalenin müellifinin Said ismine, bir tek fark ile yine tevafuk ediyor.

{(Haşiye-2): Madem Keramet-i Aleviye'de ve Gavsiye'de, Said'in âhirinde nida için vaz'edilmiş bir elif var, (Saidâ) olmuş; belki fazla olan bu elif, o elife bakıyor. Re'fet, Hüsrev}

Yalnız risalenin ünvanına ait yazıdaki bir elif hesaba dâhil edilmemiştir.




Cây-ı hayrettir ki: Süleyman Rüşdü'nün yazdığı nüsha, hiç elif hatıra gelmeden ve düşünmeden, 114 elif, 114 şifa-yı kudsiyeyi tazammun eden, 114 suver-i Kur'aniyenin adedine tevafukla beraber



وَهُوَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ şeddeli lâm bir sayılmak cihetiyle, 114 harfine tamtamına tevafuk ediyor.






* * *

YİRMİ BEŞİNCİ DEVÂ


 

YİRMİ BEŞİNCİ DEVÂ

 


Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi (faydalı) ve her derde devâ ve hakikî lezzetli kudsî (kutsal) bir tiryak (ilaç) isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz (geliştiriniz). Yani, tevbe ve istiğfar (Allah’tan bağışlanma dileme) ile ve namaz ve ubudiyetle (kullukla), o tiryak-ı kudsî (kutsal ilaç) olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz (kullanınız).

 

Bu son devada Bediüzzaman Hazretleri hastalara her derde deva olan kutsal ilacı bildiriyor. Bu ilaç İMAN’dır. Evet, Hastalar Risalesinde baştan beri, İMAN SAHİPLERİNE seslendiği için, burda yine inananlara, imanınızı artırın, diyor. Nasılını da belirtiyor. Yani tövbe ve istiğfar ederek, bol bol namaz kılarak ve kulluk yaparak…

 

Kulluktan maksat ibadettir. İbadet sadece namaz, zekat, oruç, hac değildir. Sadaka vermek, bir gönlü hoş etmek, fakire yedirmek, hasta ziyareti, insanlarla iyi geçinmek, hatta tebessüm etmek                  vs. de ibadettir.

 

Evet, dünyaya muhabbet ve alâka (sevgi ve ilgi) yüzünden, güya (sanki), adeta ehl-i gafletin (ahirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız olanların) dünya gibi büyük, hasta, mânevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak (yok oluş ve ayrılık) darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp hakikî şifa verdiğini pek çok risalelerde kat'î ispat etmişiz. Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum.

 

Dünyanın geçici zevklerine, dünya malına gönlünü kaptıran insanlar, hayatının gayesi dünyalık kazanmak olanlar, manen hastadır. Yani gaflettedirler; ahirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsızlardır. Bunlar, ölümü de bİr yok oluş, ebedİ ayrılık zannettİklerİnden, vücutları dünya kadar büyük yaralar içindedir.

 

Allah’a ve ahiret gününe iman edenler ise, inancın verdiği huzurla şifa bulmuşlar, hem dünyada hem ahirette mutludurlar. Bu gerçeği, Risalei Nur Külliyatının içindeki pek çok Risalelerde kesin şekilde ispatladık, diyor.

 

İman ilâcı ise, ferâizi (Allah’ın yapılmasını emrettiği farz olan ibadetleri) mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesât-ı nefsâniye (nefsi arzular) ve lehviyât -ı gayr-ı meşrua (meşru olmayan oyunlar) , o tiryakın tesirini men eder.

 

Yatalak engelliyim. Yattığım yerde teyemmümle sadece farz değil, sünnet ve nafile namazları da kılıyorum. Şeker hastasıyım. FA ve şeker zorlasa da farz ve nafile oruçları tutuyorum. Elimden geldiğince sadaka veriyorum. Bu ibadetler ile imanım öyle arttıki, hastalığımı hiç kafama takmıyorum. Bu da geçer Ya HU! , diyorum. Bu kısacık dünya hayatım hastalıkla geçiyor ama inşallah cenneti kazanırsam çektiklerimin mükafatını alacağım, ve inşallah Allah’ın CEMALİNİ göreceğim diyerek moral buluyorum. Yani İMAN ilacım tesir ediyor.

 

Eğer insan gaflete, zevk ve eğlenceye, nefsi arzuların peşine takılırsa İMAN İLACI TESİR ETMEZmiş.

 

Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştahı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere (haram ve günahlar) gitmeye mâni oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla, dua ve niyazla istimal ediniz. (kullanınız)

 

Benim Friedreich Ataksisi (FA) hastalığım 100 binde bir görülen bir hastalıktır. Allah’a binlerce hamdolsun. Yüzbin insanın içinden beni seçti. Bu hastalığım sayesinde BU İMANA KAVUŞTUM. Gafletten uyandım, sabır, şükür ve ibadet ederek cennetteki derecemi yükseltmeye çalışıyorum, çünkü orada 70-80 yıl değil, sonsuza dek kalacağız inşallah. Sürekli tövbe, istiğfar ederek ve baklavalı dualar ederek YANİ İMAN İLACINI KULLANARAK inşallah yükseltiyorum. (Ağlamak bana baklava gibi lezzet veriyor)

 

Cenâb-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffâretü'z-zünub (günahlarınızı affettiren kefaret) yapsın. Âmin, âmin, âmin.

 

AMİN, amin, amin inşallah.

 

"Dediler: Bizi buna eriştiren Allah'a hamd olsun; yoksa Allah hidayet etmeseydi, biz kendiliğimizden buna erişemezdik. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler."

A'râf Sûresi, 7:43.

 

Evet hastalık vererek beni gafletten uyandırıp imanla şereflendiren Allah’a sonsuz hamdolsun.

 

*** SON ***

 

YİRMİ DÖRDÜNCÜ DEVÂ


 

YİRMİ DÖRDÜNCÜ DEVÂ

 


Ey mâsum (günahsız) hasta çocuklara ve mâsum çocuklar hükmünde olan ihtiyarlara hizmet eden hasta bakıcılar! Sizin önünüzde mühim bir ticaret-i uhreviye (ahiret ticareti) var. Şevk ve gayretle o ticareti kazanınız.

 

Bediüzzaman Hazretleri hasta çocuklara bakan ve masum çocuk gibi olan yaşlı hastalara hizmet eden hasta bakıcılara sesleniyor. Çok şanslısınız, sizin önemli bir ahiret ticaretiniz var. Şevk ve gayretle o ticareti kazanınız, diyor. Yani, sevap biriktirdiğinizin farkında olarak şevkle hizmet etmeye devam edin.

 

Mâsum çocukların hastalıklarını, o nazik (ince, zarif) vücutlarına bir idman, bir riyazet (antrenman) ve ileride dünyanın dağdağalarına (sıkıntılarına) mukavemet verdirmek (dayanabilmek) için bir şırınga (aşı) ve bir terbiye-i Rabbâniye (herşeyin Rabbi olan Allah’ın terbiyesi) gibi, çocuğun hayat-ı dünyeviyesine (dünya hayatına) ait çok hikmetlerle (faydalarıyla) beraber ve hayat-ı ruhiyesine (ruhi hayatına) ve tasaffî-i hayatına (hayatı kirlerden arındırarak saflaşmasına) medar (sebep) olacak büyüklerdeki keffâretü'z-zünub (günahların kefareti) yerine, mânevî ve ileride veyahut âhirette terakkiyât -ı mâneviyesine medar (manevi yükselişlere sebep) şırıngalar nev'indeki (aşılar türündeki) hastalıklardan gelen sevap, peder ve validelerinin (anne ve babalarının) defter-i a'mâline (amel defterine) , bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden validesinin sahife-i hasenâtına (annelerinin iyilikler defterine) girdiği, ehl-i hakikatçe (Hakikat ehli evliyaların bildirmesiyle) sabittir.

 

Bediüzzaman Hazretleri bu paragrafta çok uzun bir cümle yazmış. Artık risale diline alıştınız, dikkatli okuyunca eminim kolayca anlayabilirsiniz. Ama yinede bir örnekle açıklarsak sanırım daha anlaşılır olacaktır.

 

Mesela 8-9 yaşında zatürre veya benzer bir hastalıktan hastanede yatmakta olan bir çocuk gördünüz. Başında annesi var, ateşini düşürmek için alnına soğuk bez koyuyor. Çocuğun masum haline ve annesine acıdınız, ve içinizden, hastalık günahları affettirir biliyoruz, ama bu çocuk günahsız, Allah NEDEN masum çocukları hasta edip acı çektiriyor, dediniz. Cevap veriyor, diyor ki:

 

Görünüşte o nazik bedene biraz acı çektiriyor, ama bu onun hayrınadır, bir aşıdır. Aşıların içine bir miktar mikrop koyarlar. Vücut, o azıcık mikropla mücadele ederek karşı koymayı öğrenir, ve artık o hastalığa karşı savunmaya hazırdır. İşte onun gibi masum yavrununda narin bedeni, bu geçici acıyla hastalıklara karşı güçlenmiş olur. Ayrıca sabretmeye alışır, kİ BÖYLECE büyüyünce başına gelebİlecek hastalık, bela ve sıkıntılara kolayca dayanabİlsİn…

 

Bediüzzaman Hazretleri hastalıkların günahları affettirdiğini ancak o masum çocuğun günahsız olmasından dolayı şunu bildiriyor; Hasta çocukların iki türlü sevap kazandığını bildiriyor. Günahları affettirmekten gelen ve manevi yükselişe sebep olan sevaplar. Ama ergenlikten önce çocukların sevap defteri açılmadığı için, bu sevapların çocuğun anne ve babasının amel defterİne yazıldığını bildiriyor. Bunu Hakikat Ehli Evliyaların haber vermesine bağlıyor.

 

Özellikle çocuğunun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden şefkatli annelerin iyilikler defterine, daha fazla sevap yazılırmış.

 

İhtiyarlara bakmak ise, hem azîm (büyük) sevap almakla beraber, o ihtiyarların-ve bilhassa peder ve valide ise-dualarını almak ve kalblerini hoşnut etmek ve vefâkârâne hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medar olduğu, rivâyât- ı sahiha (doğruluğu kesin Hadisi Şerifler) ile ve çok vukuat-ı tarihiye ile (tarihi olaylarla) sabittir.

 

Hasta Yaşlılara hizmet etmenin çok büyük sevabı varmış. Hele o yaşlılar anne ve baba olursa… Yaşlılara vefalı olarak kalplerini kırmadan dualarını alarak hizmet etmek, hem bu dünyada hem de ahirette mutlu olurmuş. Kaynak olarak Peygamberimizin SAV doğruluğu kesin hadislerini ve tarihi olayları gösteriyor.

 

İhtiyar peder ve validesine tam itaat eden bahtiyar bir veled (evlat), evlâdından aynı vaziyeti gördüğü gibi; bedbaht bir veled, eğer ebeveynini (anne-babasını) rencide etse (kalbini kırıp üzse), azâb-i uhrevîden (ahiretteki azaptan) başka, dünyada çok felâketlerle cezasını gördüğü, çok vukuatla (olaylarla) sabittir.

 

Evet bununla ilgili çok örnekler var etrafımızda… Ana babasına yaşlılığında hizmet eden, aynısını evlatlarından görüyor. Zamanında anne babasının gönlünü almayıp darıltan bir evlat, benzer muameleyi ilerde kendi evlatlarından görüyor, çok şahit oluyoruz, değil mi?

 

Peygamber Efendimiz SAV derki; “Allah’ın rızası ana-babanın rızasındadır.” , “Veysel Karâni’nin kavuştuğu bütün ihsan ve dereceler, annesine yaptığı iyilik sebebiyledir.” (Riyaz’ün Nasihîn) 

 

Evet, ihtiyarlara, mâsumlara, yalnız akrabasına bakmak değil, belki ehl-i iman (iman sahipleri) -madem sırr-ı imanla (imanın sırrı ile) uhuvvet- i hakikiye (hakiki kardeşliğe) var- onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa, ruh u canla (büyük bir istekle) ona hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır (gereğidir).

 

Bir de müslümanlığın gereğinden bahsederek bitiriyor. Sadece yaşlı akrabaya değil, muhtaç hastalara da büyük bir şevkle hizmet edin, diyor. Çünkü ayetle sabit, müminler kardeştir.

 

YİRMİ ÜÇÜNCÜ DEVÂ


 

YİRMİ ÜÇÜNCÜ DEVÂ

 


Ey kimsesiz, garip (gurbette yalnız olan), biçare (çaresiz) hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalbleri rikkate (acıyıp yumuşamaya) getirirse ve nazar-ı şefkati (şefkatli bakışı) celb ederse (çekerse), acaba Kur'ân'ın bütün sûrelerinin başlarında kendini "Rahmânü'r-Rahîm" (çok şefkatli ve merhametli olan Allah) sıfatıyla bize takdim eden (sunan) ve bir lem'a-i şefkatiyle (bir şefkat parıltısıyla) umum (bütün) yavrulara karşı umum valideleri (anneleri), o harika şefkatiyle terbiye ettiren ve her baharda bir cilve-i rahmetiyle (şefkat ve merhametinin yansımasıyla) zemin yüzünü (yeryüzünü) nimetlerle dolduran ve ebedî bir hayattaki Cennet, bütün mehâsiniyle (güzellikleriyle) bir cilve-i rahmeti olan senin Hâlık-ı Rahîmine (merhametli yaratıcı olan Allah’a) imanla intisabın (bağlanman) ve Onu tanıyıp hastalığın lisan-ı acziyle (acizliğinin diliyle) niyazın (duan), elbette senin bu gurbetteki kimsesizlik hastalığın, herşeye bedel Onun nazar-ı rahmetini (merhametli bakışını) sana celb eder. (çeker)

 

Bu Devada Bediüzzaman Hazretleri, gurbette kimsesiz, yalnız olup çaresiz, mahsun hastalara seslenip teselli veriyor. Senin bu halini gören en katı kalplilerin bile gözleri yaşarıyor ve şefkatle bakıyorlar. İşte senin mahsun halin, en katı kalplileri bile yumuşatıyorsa, Rahmanür Rahim olan Allah nasıl şefkat etmesin. Elbette eder. 

 

Ve sen imanından gelen teslimiyetin ve bu hastalığının verdiği güçsüzlüğünle, her halini bilen merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın merhametli bakışını çekersin. O rahmetki, bir parıltısı ile bütün anneler yavrularına şefkat gösterir. O rahmetin küçük bir yansımasıki, her bahar yeryüzünü nimetler ve çiçeklerle donatır. Bu ise yani Allah’ın merhametlİ bakışını çekmek, herşeye bedeldİr, diyor.

 

Madem O var, sana bakar; sana herşey var. Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle (kendini Allah’ın iradesine bırakma) Ona intisap etmesin (bağlanmasın) veya intisabına ehemmiyet (önem) vermesin.

 

Bu paragraf ile teselliyi neticeye bağlıyor. Sen böyle bir merhametli Allah’ın rahmetini kendine çekiyorsun. Üzülme, Allah var, gam yok, diyor. Asıl acınması gereken garİp , İnançsız, İmansız olandır; veya imanı olsa da namaz, oruç, zekat, sadaka, gibi ibadetlerin yapılması konusuna önem vermeyendir. 

 

YİRMİ İKİNCİ DEVÂ


 

YİRMİ İKİNCİ DEVÂ

 


Ey nüzul (inme-felç) gibi ağır hastalıklara müptelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü'min için nüzul mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten (Allah dostlarından) işitiyordum, sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:

 

Acizane bendenizi en çok vuran bu Devadır. Bu devada Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri benim gibi yatalak hastalara çok güzel bir moral veriyor ve mümin için nüzul mübarek sayılıyor, diyor. Sürekli Abdülkadir Geylani gibi büyük evliyalarla görüştüğünü bildiğimiz Hz. Bediüzzaman, onların yatalak hastalar için mübarek insanlar dediğini duyarmış ama sırrını bilmezmiş. Şimdi Hastalar Risalesini yazarken bunun hikmetlerinden biri kalbine gelmiş, aşağıda açıklayacak.

 

Ehlullah (Allah dostları) , Cenâb-ı Hakka vasıl olmak (ulaşmak) ve dünyanın azîm (büyük) mânevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi (sonsuz mutluluğu) temin etmek için, iki esası ihtiyaren (seçerek) takip etmişler.

 

Allah’a ulaşmak için iki temel şeyi uygulamak gerekiyormuş. Allah dostları bu iki temeli uygulayarak, dünyanın manevi tehlikerinden kurtulup Allah’a ulaşmaya çalışmışlar. Bu iki esas şunlarmış:

 

Birisi: Rabıta-i mevt’tir (Ölümü düşünmek). Yani, dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine (ebedi hayatına) o suretle çalışmışlar.

 

Bu İKİ esastan bİRİSİ, ölümü düşünmekmiş. Ölümü düşünmek, dünyanın fani, gelip geçici bir misafirhane olduğunu hatırlatır. Bunu bilen Allah dostları, ölümden sonraki sonsuz hayat için çok çalışmışlar, diyor. Evet, ölümün olduğu bu yalan dünyada, hiçbir şeyin aslında pek de önemi yoktur.

 

İkincisi: Nefs-i emmârenin (kötülüğü emreden nefis) ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyazetlerle (dünyayla bağlantıyı keserek aylarca çilehane denen küçük odalarda kalmak gibi nefis terbiye metodlarıyla) nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlar.

 

İkincisi, çile ve riyazetlermiş. Yani, Allah dostları, dünyayla bağlantıyı keserek AYLARCA ÇİLEHANE denilen DARACIK KARANLIK ODALARDA kalarak, SÜREKİ İBADET ETMİŞLER ve AZ YEMİŞLER. Bunun gibi nefis terbiye metodlarıyla, nefislerini terbiye edip etkisiz hale getirmeye çalışmışlar. Allah bizi bu dünyada imtihan etmek için yaratmıştır. Neyle imtihan olacağız? İçimizdeki nefis denen düşmanla mücadele ederek. Nefs sürekli zevk ister. Yat, uyu, ye, iç, eğlen, gez, …, şehvet ister, bizi asla ibadet ettirmek istemez.

 

Sizler, ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız, (bu hastalığı seçmedin) , kısa ve kolay ve sebeb-i saadet (mutluluğa sebep) olan iki esas sana verilmiş ki, daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevâlini (yok olmasını) ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. (uyarıyor)

 

En başta demiştim, fakiri en çok vuran bu devadır diye. Bu paragrafta nedeni yazıyor. Bu İKİ şey olan ölümü düşünmek ve rİyazet halİ bana İstemeden verİlmİş. Yani sürekli yatakta yatıyorum ve heran ölüm gelebilir diye ölümü hiç aklımdan çıkarmıyorum. Böylece bu hastalık beni sürekli gaflete karşı uyanık tutuyor. Elhamdülillah. 

 

Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zâta, nefs-i emmâre, elbette hevesât-ı rezile (rezil istekler) ile ve nefsânî müştehiyatla (nefsi arzularla) onu aldatamaz; çabuk o nefsin belâsından kurtulur.

 

Bayramda ziyaretime gelen misafirlerden ilahiyatçı komşumuz Efkan Vural hocam, Hastalığına sakın üzülme, Celal sana özeniyorum, dedi. AVM’lerde, işyerlerinde, caddede vs. artık haram ve günahlar sel gibi akıyor. Allah seni sevmiş, adeta korumaya almış. Ahlaksız konuşmaları duymuyorsun, dekolte görüntüleri mecburen görmüyorsun, dedi. 

 

İnşallah bu hastalığınla ibadet yapmış oluyorsun, dedi. Zaten namazımı kılıyorum, dedim. Celal, ibadet sadece namaz, oruç, zekat değildir. İbadet İKİ türlüdür. Allah’ın ‘Yap‘ dedİğİnİ yapmak ve ’Yapma‘ dedİğİnİyapmamaktır.  Sen, Allah‘ın ‘Namaz kıl‘ emrine, aynı zamanda ’Gözünüzü haramdan koruyun‘ emrine de uyuyorsun. İkisinden de çok sevap alıyorsun, dedi.

 

Yani, HARAMA BAKMAYARAK namaz kılmış gibi sevap alıyorum, dedim. Aynen öyle Celal kardeşim, dedi. 

 

İşte, mü'min sırr-ı imanla ve teslimiyet  (kendini Allah’ın iradesine bırakma) ve tevekkülle (Allah’a dayanma ve güvenme), o ağır nüzul (inme, felç) gibi hastalıktan, az bir zamanda, ehl-i velâyetin çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer. 

 

Bediüzzaman Hazretleri bu iki esası mecburen yapan yatalak hastalara müjde veriyor. Evliyaların çilelerle ulaştığı evliyalık makamlarına çok kısa zamanda sizde ulaşabilirsiniz, diyor. O zaman bu ağır hastalığın verdiği acı, sıkıntı bunun yanında lafı bile edilmezmiş. Ama elbette bu iki esası uygulayan hastanın, evliyalık makamına ulaşabilmesinin şartı, tam bİr İman, teslİmİyet ve tevekkül içinde olmasıymış. 

 

Fakiri sevindiren yönü şuydu. Allah evliyaların dualarını reddetmezmiş. Ben de inşallah yükselirim de ettiğim dualar kabul olur. Böylece insanlara hizmet etmiş olurum diye sevindim. Ki evliyalık mertebesine çok uzağım hissediyorum, fakat Allah, fakirinde bazı dualarını aynen gerçekleştirdi, Binlerce hamdolsun.